Hadro’nun ısrarcı halinden sıdgım sıyrılmıştı, galan…
Televizyonda izlediği İnci Taneleri dizisindeki pavyon sahnelerinden etkilenmiş olacak ki, düneenden beri, “İso’cum Adana’da pavyon yok mu?” sorusunu yöneltiyordu. Esasında pavyon dalabı olmasından gorkuyordum, ama hissettirmiyordum. O sürekli elliklemeden aynı mevzuyu tekrarlıyor, “Oğlum sen ne ayaksın. İt kılı, postal bağı mısın?” diyordu, eke bir tavırla.
Denişik biriydi, ama koskoca imparatordu… Yumuş buyurmuştu… Gandırıkçı durumuna düşmenin alemi yoktu. Elem eşkere konuşmanın zamanıydı…
Kendimi toparladım ve “Gurban olduğumun Hadro’su, tomsarmak yok. Senin gibi imparator değilim. Poyrazdan alıp yele veremem. Senin için arılık olan parayı ben bir ayda alıyorum. Emekli olduğumu da biliyon” dedim. Dellenecek gibi oldu. Bankadan cep telefonu için çektiği parayı avuçladı, “Lan sen de ne dandikmişin. Hırpo, bunlar para deel mi?” diye tepki gösterdi.
Haklıydı…
Ben de yoktu, onda çoktu…
Gıvırmak için de mahanam kalmamıştı. Mecbur kabul ettim, akşam Seyhan Irmağı kıyısındaki yazlık pavyonlar bölgesine vardık.
Her taraf ışıl ışıldı, her yönden müzik sesi geliyordu. Birinin kapısına dayandık, eli eğriye benzeyen iki ayaklı goriller izin vermedi, “Bu akşam özel program var, size kapalı” dedi, sert ses tonuyla. Kapının gındırığından pavyonu dağneyen Hadro, hemen lafa daldı, “İçerde türkü çığırıyorlar, duymuyok mu sanıyonuz. Biz avel miyiz?” itirazında bulundu, eke bir tavırla. İki ayaklı goriller, Hadro’nun koltuk altına girdi ve kaldırıma doğru fıcıttılar. Bi süre apalayan Hadro, üstüne iki dene şaplak yiyince durumun vehametini kapçıkladı. Mısmıl bir şekilde dinelmeye başladı, cıbarık yanaklarıyla…
Ben mevzuya ayıkmıştım. Hadro, essah Adanalı olmadığı için bilemezdi, elbette. Eğlenceye düşkün Çukurovalı bazı toprak ağaları, hasattan sonra bir geceliğine pavyonu kapatır, misafirleriyle birlikte hoş vakit geçirirdi. Süregelen “Toprak Ağası” geleneğini anlatınca Hadro, kendi haline güldü ve “Biraz daha ısrar etsem, araya gidecektim. Durduk yerde malamat olacaktım. Hadi başka mekana gidek” dedi.
Kırmızı/mavi ışıkların yanıp söndüğü berideki pavyonun önüne vardık. Kapıdakiler “Buyurun efendim, burada çok eğleneceksiniz” diyerek, bizi zorla içire dıktı. Hadro, gerildi, ama belli edemedi. Bayaktan yediği şaplak aklına gelmiş olacak ki, “Hadi İso, gidip oturak” diye fısıldadı, çatallaşmış sesiyle kulağıma. İçeri silme müşteri doluydu. Uygun bir yer ararken, iki tanıdık seslendi ve bizi masalarına davet etti. Tahta sandalyelere kurulduk, siparişimizi verdik. Hadro oturduğu an, “Yandım anamm” diye çığlık attı, pantolda açılan deliği gösterdi, parmağıyla. “Taşkala yapma Hadro, otur. Adana pavyonları henüz ceylan derisi koltukla tanışmadı” diye uyardım.
Bu arada eğlence gırıla gidiyordu. Geleceğin ünlü sanatçıları müzik ziyafeti çekiyordu. İbo gidiyor, Müslüm geliyordu. Bülent Serttaş sahneden iniyor, Kahtalı Mıçı çıkıyordu. Mustafa Keser, repertuarıyla seyircileri kendine hayran bırakıyordu. O dönem henüz çocuk olan Latif Doğan, bir köşede onları izliyordu. Müşteriler sık sık tekrarlanan “Adana’ya gidek mi?” türküsüyle, masalarının etrafında halay çekiyordu.
Zaman da su gibi akıyordu…
Pavyon dağılmak üzereyken, sahnenin hemen önündeki kalabalık bir masada tartışma yaşandı. Bardaklar, tabaklar, çatallar, bıçaklar havada uçuşmaya başladı. Yediği şaplağın psikolojisinden çıkamayan Hadro, masanın altına tummak üzereyken, “Gıpraşma gardaş, sakin ol” dedim, gülümseyerek. Rahatlığımdan, rahatsız olan Hadro, “Lan gardaş kan gövdeyi götürecek. Hadi burdan zıypak” dediği sırada masadakiler sulh oldu, birbirlerine sarıldılar. Öpüştüler, kol kola pavyondan neşe içinde çıktılar. Hadro, yaşadıkları karşısında donmuş kalmıştı. Bişe sormasına fırsat vermedim ve “Bu ‘hesap ödeme’ tartışması. Yani bir anlamda dostluk göstergesi. Masa ağalığı yarışı da denilebilir. Hesabı ödeyen gecenin en makbul insanı sayar, kendini. O nedenle bu tür olaylara alışığız. Malum Adana burası” dedim.
Galan gün ağarmak üzereydi. Mekan görevlileri güneşten önce davrandı, pavyonun beyaz ışıklarını yaktı. Bu, daraba iniyor demekti. Adisyon geldi, Hadro elini içi para dolu çantaya atmaya cesaret bile edemedi. Zira, arkadaşların misafiriydik, durduk yerde dayak yiyebilirdik…
Son müşteriler olarak pavyondan ayrıldık. Arkadaşların arabasına bindik. Hadro’nun evi ötegeçedeydi. “Biz bırakırık” dediler, goyulduk yola. Taşköprü’yü geçerken araba durdu, iki arkadaşım indi. Cöplerinde ne galdıysa “Bayat parayı sevmek” diye bağırdılar, ırmağa attılar. Avelleşen Hadro, “Bunlar napıyor lan İso?” sorusunu yöneltti. “Duymadın mı oğlum?” cümlesi ağzımdan çıkarken, “Heye gardaş, işittim. Bayat parayı imparator heç sevmez” dedi, bankadan çektiği paranın tamamını, düğünde gelin/damada saçar gibi ırmağa fıcıttı. Böylece cep telefonu parası da gitti…