Ankara Escortları

DOLAR32,3742% -0.24
EURO34,7747% 0.04
STERLIN40,6640% 0.21
FRANG35,5097% 0.06
ALTIN2.438,51% -0,01
BITCOIN62.316,66-1.815

İŞPORTACIYDI ŞİMDİ DÜNYA TANIYOR: ZEKİ DEMİRKUBUZ

Yayınlanma Tarihi :
İŞPORTACIYDI ŞİMDİ DÜNYA TANIYOR: ZEKİ DEMİRKUBUZ

zekidemirkubuz

SÖYLEŞİ – M.ÖMER ÜNEY
Yeni Adana Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

Altınoran Düşünce ve Sanat Platformu’nun bir alt kuruluşu olan Sinematek Adana ve ADSİAD işbirliğiyle gerçekleştirilen etkinlik için Adana’ya gelen usta yönetmen Zeki Demirkubuz, sinemaseverlerden büyük ilgi gördü. Demirkubuz’un ‘Kader’ filmi izlendikten sonra seyirciyle yaptığı söyleşi görülmeye değerdi. Ülke gerçeklerinin yanı sıra sinemaya dair tüm gerçeklikleri de dilinin döndüğünce anlatan Zeki Demirkubuz’un Adana ziyaretinde baş başa görüşme olanağı bulduk.
Adana Sheraton Otel’de, bizi, dünyanın gelmiş geçmiş en önemli futbolcusu olarak bilinen Maradona tişörtüyle karşılıyor ünlü yönetmen. Tek başına bu tişört bile usta yönetmenin yaşama bakış açısını ortaya koyuyor aslında.
Beşiktaşlı olmasıyla bilinen sinemacıyı saatlerce dinliyoruz. Dinledikçe daha çok anlatmasını istiyoruz. Kolay değil, 16 yaşında ve idamla yargılanan bir işportacı… Hapis yatmış, arkadaşlarını kaybetmiş, işkence görmüş, liseyi dışarıdan bitirmiş… Sonra İletişim Fakültesi’ne girmiş. Yönetmen olmuş… Hem de dünyanın tanıdığı usta bir yönetmen. Hayatın gerçeklerinin konuşulamadığı bir ülkede yaşamasına rağmen yaşadığı yerin kıymetini bilen ve başka bir yere değişmeyen bir yönetmen.
Sinemayla yakından ilgilenenler bilir ki; Zeki Demirkubuz, gerçek hayatta yaşadıklarını sinema filmine aktarmaya özen gösterir. Belki de bu özelliği nedeniyle sinemacılar, sinema eleştirmenleri ya da bazı oyuncular tarafından pek de sevilmez. Öyle ya; derdi olan insanın günübirlik yaşaması da beklenemez. Tembellik yapan, üretmeyen, pısırık, korkak, kokmaz-bulaşmaz insanın eleştirilecek bir yanı da olmaz. İletişim Fakültesi okumuş bir yönetmenin -gazetecilikte olduğu gibi- muhalif bir kimlik taşıması da gayet doğal karşılanmalıdır. Gerçi, Demirkubuz’un hayatı iyi okunduğunda, filmlerine kısaca göz atıldığında bile hayata dair bir derdi olduğunu anlamak hiç de zor olmasa gerek.

İşportacılıktan dünyanın tanıdığı ünlü bir yönetmenliğe uzanan serüveni anlatırken gayet mütevazi davranan, hiçbir yere değişemeyeceği bu ülkede gerçeklerin mutlaka konuşulabilmesi gerektiğini ifade eden Zeki Demirkubuz’la yaptığımız söyleşiyi sunuyoruz.

–       Sayın Zeki Demirkubuz, Adana’ya hoş geldiniz. Öncelikle, okurlarımız için biraz kendinizden bahseder misiniz?

–       Z.DEMİRKUBUZ: 1964 yılında Isparta’da doğdum. Ortaokulu Isparta’da, Gönen Öğretmen Okulu’nda bitirdikten sonra İstanbul’a yerleştim. Liseye İstanbul’da başlasam da ilk sömestreden sonra okulu bırakarak fabrika ve atölyelerde çalışmaya başladım. 1980 darbesinden sonra tutuklanıp üç yıl hapis yattım. Bu dönemde edebiyata ilgi duymaya başlayıp, Dostoyevski’yi keşfettim. Özellikle Suç ve Ceza’nın üzerimdeki kalıcı etkileri o yıllarda oluştu. Tahliyemden sonra Anadolu’nun çeşitli kentlerinde işportacılık yaptım. Askerliğini erteleyebilmek için okula dönmeye karar verdim ve liseyi dışarıdan bitirerek İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne girdim. Sinemaya 1986 yılında Zeki Ökten’in asistanlığını yaparak başladım. İlk uzun metrajlı filmim C Blok’u (1994) çekene kadar çeşitli yönetmenlere asistanlık yaptım. Uluslararası eleştirmenler ve izleyiciler, beni Venedik Film Festvali’nde gösterilen ikinci filmim Masumiyet’le tanıdı. Üçüncü filmim olan Üçüncü Sayfa, Türkiye’deki film festivallerinin yanı sıra Locarno ve Rotterdam Film Festivalleri de dahil olmak üzere Avrupa’da yapılan çok sayıda film festivalinde gösterildi. Yazgı (2001) ve İtiraf (2001), 2002 yılında Cannes Film Festivalinin “Un Certain Regard” bölümünde gösterildi. Başrolünü de üstlendiğim Bekleme Odası’nın (2003) ardından Masumiyet’in başlangıç öyküsünü anlatan Kader’i (2006), sonrasında Kıskanmak (2009) ve ‘Yeraltı’ (2012) filmlerini yaptım. Birçok senaryom var. Kısa süre sonra yeni bir filmim de izleyicilerle buluşacak.

–       Kendi adınıza bir sinema atölyeniz var. Zeki Demirkubuz Sineması’nı anlatır mısınız? Neler yapıyorsunuz bu sinemada? İstediğiniz süreçte ilerliyor mu?

–       Z.DEMİRKUBUZ: Bu sinemayı hep düşünüyordum. Neler yapabileceğimi sorguluyordum. Ortalama 3 yılda bir film yapıyoruz. Süreç iyi gidiyor. Burada temalarımı geliştirmeye, kafa patlatmaya çalışıyorum. İnsan kendinden bile sıkılan bir varlıktır. Dünya çabuk değişiyor, temalar çabuk değişiyor. Bu şekilde ilerliyor. Aslında ben de çok farkında değilim.

–       Adana’dayız. Dolayısıyla Yılmaz Güney’i sormak istiyorum. Yılmaz Güney’den etkileniyor musunuz?

–       Z.DEMİRKUBUZ: Yılmaz Güney’den belki de en çok etkilenmiş yönetmen benimdir. Yalnız çok böyle sinema dili olarak ya da siyasi olarak değil. Bu ülkede filmleri izlediğim zaman, çevreye baktığım zaman sinema veya yaratıcılıkla ilgili olarak eksikliğini en çok duyduğum özü ve ateşi, tutkuları olan insandır. Ben biraz içe dönük bir yönetmenim. Bir yönetmenin çok acemice filmleri olabilir, bana uzak bir film olabilir ama filmi yapan insanın şahsiyetini, kişiliğini hissetmek isterim. Bu insan ilişkilerinde de böyledir. Böyle baktığımda zaman içerisinde Yılmaz Güney’in değeri daha çok büyüdü ve her geçen gün büyüyor. Çünkü sinema artık daha bilgiyle ilgili, genel ölçülerde yapılabilir hale geldi. Yılmaz Güney’in alev alev yanan tutkusunu, çelişkilerini, handikaplarını ve kişiliğini daha çok arar oldum. Ben de yıllar sonra, 80’lerin sonuna doğru Türkiye’de oynatılmaya başlanan ‘Yol’ filmi yayınlandığında sinemadan çıktıktan sonra yukarı gideceğime aşağıya doğru yürümüşümdür. Adana’ya gelirseniz Yılmaz Güney’i iyi bilen bir yönetmen olarak henüz uçaktayken Kozan ilçesi hangi tarafta, ‘Umut’un sokakları neresidir diye sormaya başlıyorsunuz. Böyle dağınık bir duygu oluşuyor aslında.

–       Sinema bir yaşam tarzı olsa gerek. Bu gerçekliğe rağmen çok büyük paralar kazanan yönetmenler de var. Sizin sinema tutkunuz neden kaynaklandı? Neden sinemayı, yönetmenliği seçtiniz?

–       Z.DEMİRKUBUZ: Olayların gidişatı beni sinemaya itti. Tesadüflerle oldu. Hayatta birçok şey bahanelerden ibarettir. Önemli olan bu bahanelere nasıl baktığınızdır. Ben açıkçası ekmek parası için tesadüfen sinemayla tanıştım. O kadar tesadüftür ki o dönemde edebiyatla ilgili bir-iki arkadaşla birlikte hareket ediyordum ki Zeki Ökten’le tanıştım. Zeki abiyle tanışmayıp da diğer insanlarla ilerleseydim şu anda yönetmen felan değildim. Aslında hayat bu kadar basittir. Sonra iki film çektim. Aslında ben sinemayı ‘Masumiyet’ filmimden sonra keşfettim. Sezgilerimle, sanatçı için olması gereken bazı spesifik yanlarla sinemayı keşfettim. Burada başka bir şey olduğunu düşündüm. O başka şeyleri hala keşfetmeye çalışıyorum. Üslubum, bakış açım, sinema ahlakım değişmiyor. Zaten bunlar sinemayla ilgili değil insanın şahsiyetiyle ilgili konulardır. Böyle edebiyatçı, fotoğrafçı, yönetmen olursunuz. Tabi temalarım değişiyor. Sinemayla ilk iki filmimden sonra başka ilişkiler kurmaya başladım. Bu ilişki işin maneviyatı ve anlamı ile ilgili oluyor. Zaman zaman kızıp başka türlü ilişki kurmak isteseniz bile artık değişmiyor. Sürekli sorgulayan, sürekli arayış içinde olan bir insan olarak da başka şekilde hareket edemiyorsunuz.

–       Nelere kızıyorsunuz peki? Dünyada çok büyük prodüksiyonlar var. Milyon dolarlar harcanan sinema filmlerine tanık oluyoruz. Türkiye’de sinemanın gelişimi adına bir beklentiniz var mı? Kişisel olarak Zeki Demirkubuz’a olmasa da genel anlamda sinemaya destek olunması gerekiyor mu?

–       Z.DEMİRKUBUZ: 20 yıl önce başladım sinemaya. Bahsettiğiniz konuyla çok ilgilenmedim. Kendimi bu yöntemle ifade etmedim. Etmemeye de özen gösteriyorum. Bunu çok açık ve net bir şekilde söylemek gerekirse ben de sinemayla ilgili hep şükretme duygusu var. Öyle veya böyle bu kadar dertleri, sorunları olan, sokakta, evlerde, hayatın başka türlü döndüğü, acılar yaşanan bir ülkede sinema gibi son derece lüks bir işi yapmak, kendi kendime sayıkladığım fikirleri yapım haline getirmek, bunu insanların önüne sunmak, sayıların benim için hiçbir önemi yoktur, 3 kişi, 5 kişi, 10 bin ya da 50 bin kişiyle bağ kurmak, onların ideallerini filmler aracılığıyla etkilemek bana hem mucizevi gelmiştir. Bu yüzden ben hep şükretmişimdir. İsterlerse beni dünyanın en büyük yönetmeni ilan etsinler, ben hiçbir zaman sinemada böyle bir hak iddiasında bulunmadım, bulunmayacağım. Bazı haklara sahip olduğunuzu iddia ettiğiniz zaman biraz önce konuştuklarımızın dışında başka şeyler çıkar ortaya. Ben toplumdan, bu ülkeden bahsediyorum. Benden kimse film beklemeyebilir veya tüm ülke bekleyebilir. Film çekmek benim kamburum haline gelmemeli, bunu anlatmaya çalışıyorum. Yönetmenliğin ölçüsünü kamusal kimlikle ilgili kişilikten, mühim adam pozisyonundan film yapabilir bir ölçüye çekmek gerekiyor. Ben işportacılıktan, işçilikten geldim bu işe. Yine başka bir şey de yapılabilir. Benim için hiçbir farkı da olmaz. Mühim adam pozisyonuna girerseniz beklentileriniz de değişir. Hak iddia ettiğim zaman üretkenliğimi yitiririm.
Mesela ben bugüne kadar 10 film yaptım. 7 filmimi hiçbir destek almadan, kendi imkanlarımla çektim. Diğer 3 filmde ise hiçbir zaman ‘ben yönetmenim’ edasıyla, mühim adam pozisyonuyla hareket etmedim. Belli bir zekamız varsa, çok istiyorsanız, çok değerliyse film yapmanın ya da istediğinizi yapmanın bir yolunu bulursunuz bir şekilde.
“GÜVENLİĞE HARCANAN PARAYLA İNANILMAZ ŞEYLER YAPILIR”
Belki de siz haklısınız. Sinemaya destek verilmesi gerekiyor. Mesela güvenliğe harcanan paralarla bu ülkede inanılmaz şeyler yapılır. Tabi bunlar her zaman var. Ancak, kendinizi bu tür işlerin takipçisi ilan ederseniz, işte o zaman geceleri tek başınıza kaldığınız zaman senaryonuzu yazamaz, filminizi çekemez hale gelirsiniz. Bence bir insanın kendisine yapacağı en büyük kötülük de bu olur. Bir vatandaş olarak bakıldığında belki de bu ülkede en fazla derdi olan insan benimdir. Ancak bir yönetmenin işi üzerinden hak talep etmesini çok doğru bulmuyorum. Ama bir vatandaş olarak vicdanımın zorlandığı ölçülerde kendini her türlü ifade eden, sokağa çıkan bir insanım. Böyle yapmaya da devam edeceğim. Bir yönetmen olarak değil, ben de herkes gibi sorunun sahibi bir vatandaş olarak kendimi ifade etmeye devam edeceğim. İki olguyu ayırmak isterim.

–       Sinematek’le ilgili bilginiz var mı? Fransa’da doğan bir uygulama modeli şimdi Türkiye’de sadece Adana’da hayat buluyor. Sinematek’le ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz?

–       Z.DEMİRKUBUZ: Adana’daki arkadaşlarla ilk haberleştiğimizde Sinematek’i bilmiyordum. Altınoran Düşünce ve Sanat Platformu’ndan haberim vardı ancak Sinematek’ten haberim yoktu. Adanalı’nın ezelden beri sinemaya bir tutkuyla bağlandığını okuyordum, İstanbul’daki Adanalı arkadaşlardan dinliyordum. İstanbul’daki Sinematek 12 Eylül’de kapandı ve sonra kimse ilgilenmedi. Anadolu’da başka bir yerde de duymadım. Biraz da şaşırdım. Bir şeyi kurmak çok zor değildir belki ama mesele isimlerin, kimliklerin hakkını vererek hareket etmektir. Arkadaşlarla buluştuğumuzda heyecanlandım. Uzun uzun konuştuk. Tüm detayları öğrendim. İstanbul’da ya benim fark etmediğim ya da 90’larda kalmış bir sosyallikle, üretici, iddialı, tutkulu bir yapıyla karşılaştım. Fotoğrafla ilgili de bilgi aldım. Önceleri şaşırdım ama daha sonra sinema geçmişine sahip, edebiyatla yoğrulmuş Adana’da bu tür faaliyetlerin elbette olması gerektiğini düşündüm. Bu bakımdan şaşırmamak lazım. Çünkü ortada hiçbir şey yokken Adana,  Orhan Kemal’lerin, Yılmaz Güney’lerin doğduğu şehirdi.

–       Filmlerinizi izleyen insanlardan beklentiniz oluyor mu?

–       Z.DEMİRKUBUZ: Benim izleyiciden hiçbir beklentim yok. Bunu ukalalık anlamında söylemiyorum. Ahlaki olarak da savunduğum bir şeydir. Ben senaryolarımı, filmlerimin ilk tasarımından kurgusuna, sesine kadar hepsini yaparken kendimi düşünüyorum. Çünkü bir iş yapılmasının en ideal hali ölçülere kendimizi koyarak yapmaktır. Sinema soyut kalacağı için somut olarak bir yemeği örnek verelim. Kendimize yemek yaparken becerilerimizi en iyi yansıtmak isteriz. Ne kadar özenli, titiz, kendimizi severek, aklımız ve zekamızın ölçülerine göre yaparsak o kadar mutlu oluruz. Dışarıya bir iş yaparsanız saydığımız kavramlarda biraz değişiklik olabilir. Beklentiniz de yüksek olabilir. Tabiki bu filmleri seyirci için yapıyorum.
“KARANLIK VE KUŞKUCU İZLEYİCİYE FİLM YAPIYORUM”
Mesela bu ülkede en çok izlenen filmin rakamı 20 milyon bildiğim kadarıyla. Bana kalsa, bir yolunu bulsam bu filmi 50 milyona ya da ülkedeki tüm insanlara izletmek isterim. Ama bunların ahlaki olmayan bedelleri var. İşte ben bunu yapmam. Benden bu bekleniyor diye kendi zekamı, kendi hayat bilgimi hiçe saymam. Zaten, kendi hayatımı, zekamı ve hayatın gerçeklerini gösterebilmek için film yapıyorum. Dolayısıyla bu açıdan benim bir beklentim yok. Filmlerimi de en karanlık, en kuşkucu, en kıl, en gıcık ama en zeki en akıllı insanlara yapmaya çalışıyorum. Filmlerimi izleyenlerin eksiklerimi görme zekasına sahip olmalarını isterim. Böyle insanlara film yaparsanız o zaman içinizden tembellik geldiğinde uydurma iş yapmazsınız. Utanabileceğiniz, zaaflarınızı ortaya çıkaracak film yaparsanız beceriksiz olursunuz ama bu masum bir şey olur. Ancak beklentilerinize göre iş yaparsanız bir yeriniz eksik kalır. Ben de karanlık ve kuşkucu izleyici için film yapmaya çalışıyorum. Bu nedenle seyirciye dair hiçbir beklentim yok.

–       Türkiye’deki film festivallerini ve içeriklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

–       Z.DEMİRKUBUZ: Biraz kişilik yapımdan dolayı Türkiye’deki film festivallerine çok katılmadım. 20 yıldan bu yana Antalya’daki Altın Portakal Film Festivali’ne iki kez, Adana’daki Altın Koza Film Festivali’ne de iki kez katıldım. İkisine de ukala görünmemek ve ayıp olmasın diye geldim. Bir ülkenin cezaevleri neyse, futbolu neyse, festivali neyse o ülke odur.

–       Milli Futbol takımı düzeyinde kötü sonuçlar alıyoruz bu aralar…

–       Z.DEMİRKUBUZ: Futbol, Türkiye’de sinemadan daha ileri düzeyde onu söyleyebilirim. Zaten ben Beşiktaş’la ilgileniyorum. Milli Takım’la çok bağım kalmadı. Festivallere bakıldığında gerçekten Türkiye gibi. Bir yanıyla faydası olan etkinlikler. Bu sayede birçok yeni sinemacı, genç yönetmenler varlıklarını gösteriyor, destekler alıyor. Mesela Antalya Film Festivali 100. Yılında, Adana’daki festival 50 yılı aştı. Az süreler değil. Şimdi bu festivallerin hakkı ne kadar verildi, ne kadar kurumsallaştı, ne kadar gelişti, ne kadar çevresindeki gündelik siyasetten uzaklaştı, bağımsızlaştı. Ne yazık ki Antalya ve Adana’daki festivalleri yurtdışında bilen yok. Basit yöntemlerle çözülebilir. Ortadoğu’da, Asya’da çok önemli festivaller var. Dubai’deki festivale gittiğimde çok şaşırdım. İnanılmaz bir festival yapıyorlar. Törenlerin titizliğinden çalışan personelin, asistanların sinemayla olan ilişkilerine kadar her şey düşünülmüş. Yapılabilecekleri bilip de yapılmaması üzücü. Hangi ölçekte baktığınıza bağlı. Festivali yapan insanlar kabul etmelidir ki yapılabilecek ama yapılmayan veya yapılamayan bir yığın şey var. Bir de benim gördüğüm somut bir şey var. CHP, MHP, AK Parti ayrımı yapmadan söylemek gerekirse festivalleri siyasi atmosferden soyutlamak gerekiyor. Festivallerde gündelik şirket sponsorluğu çok ön planda olmamalı. Zaten büyük şirketler sponsorluklarını böyle göstermiyor. Bunlardan kurtulunursa çok daha yararlı olur. Biraz de her anlamda kendileri için festival yapıyorlarmış gibi geliyor. Filmler bunun bahanesiymiş gibi geliyor.

–       Adana’daki organizasyonunuza bir sivil toplum kuruluşu olan ADSİAD da destek verdi. Festivallerden bahsederken şirketlerin ve siyasilerin çok ön planda olmaması gereğine vurgu yaptınız. Festivallerde sivil toplum örgütlerinin rolü ne olmalı? Bu tür gönüllü kuruluşlar işin içerisinde yer almalı mı?

–       Z.DEMİRKUBUZ: Festivaller konusunda çok da ahkam kesmek istemiyorum, bildiklerimi paylaştım ancak İstanbul Film Festivali diğer iki festivalden daha genç olmasına rağmen Avrupa’da herkes tarafından biliniyor. Yine bazı gezici film festivalleri yurtdışında tanınıyor. İstanbul’da da belediyenin veya bakanlığın katkısı var ancak orada Kültür Sanat Vakfı diye bağımsız bir vakıf var. Adana’da veya her şehirde böyle bir vakıf kurulabilir. Bu işin makamını, mertebesini, düzeyini bilen insanlar tarafından kurulur. Diğer kuruluşlar yardımlarını yapar ancak işi bu insanlar belirler. İki festivalin de partilere bağlı belediyelerin gündelik beklentileri nedeniyle yetersiz kaldığını düşünüyorum. Bunu açıkça söyleyebilirim.
“FESTİVALLER SİYASİ NESNE OLMAMALI”
 Mesela Antalya’da CHP’li belediye başkanı seçiliyor, her şey halk vurgusuyla yapılıyor. Sonra AKP geliyor kendi misyonu çerçevesinde hareket ediyor.
Bazı şeyleri de dürüstçe söylememiz gerekiyor. Şimdiki dönemini bilmiyorum ama geçmiş dönemde sanıyorum Menderes Türel belediye başkanlığında Antalya iyi bir gelişme gösterdi. Bununla kalmamalı. Partilerin isimleri çok da önemli değil ama mesela sosyalist bir belediye başkanı geldiğinde yine tamamen kendi düşüncesine göre bir festival yapmamalı. Festivaller belediye başkanlarının bağlı bulundukları partinin nesnesi haline gelmemeli.
“STÖ’LERİN DESTEĞİ KENTLERİN GELİŞİMİ ADINA ÖNEMLİ”
Adana’da sinema izleyicisiyle buluşmamızda ADSİAD’ın da katkısı olduğunu öğrendim. Genel olarak sivil toplum örgütleri başka şehirlerde de sinemaya katkı sunuyor. Katkılar, bir ülkenin uzun vadeli geleceğiyle ilgilidir. Sivil toplum örgütlerinin bu tür destekleri -hakları olmasına rağmen- popüler görünmek adına değil uzun vadede kültür ve sanatın, sinemanın gelişimi adına sunmaları gerekiyor. Böyle hareket edilirse Adana daha yaşanabilir bir şehir haline gelir. Kent, kendine daha çok güvenir, kendiyle daha çok gurur duyar. Dernekler, odalar veya bazı kurumlar genellikle popüler, gündelik, kendi reklamlarını daha doğrudan yapabilecekleri işlerde yer alıyorlar. ADSİAD’ın hiçbir beklenti içinde olmadan organizasyona katkı sunması aslında beni biraz şaşırttı. Onlara da teşekkür ediyorum.

–       Türkiye’deki film sayısında son yıllarda artış var. Sinemanın kalitesi açısından olumlu ya da olumsuz bir yansıması var mı? Film sayısındaki artış sizin hoşunuza gidiyor mu?

–       Z.DEMİRKUBUZ: Tabi filmleri kimin yaptığına bağlı. Bana sorarsanız farklı cevap alırsınız, başka bir arkadaşa sorarsanız bambaşka bir cevap alırsınız. Benim film yaptığım 90’lı yıllardan 2000’li yılların başlarına kadar yılda 10 veya 12 film yapılıyordu. Çok iyi hatırlıyorum ki; Adana Altın Koza veya Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gösterilecek yeni film bulunamazdı. 10 yıl içerisinde kaç film çekilmişse hepsini oynatıyorlardı. Şimdi bakıyorum ön jüriler oluşuyor, havaya giriliyor. Şimdi yılda belki de 100’den fazla film çekiliyor, tam sayıyı bilmiyorum. Benim ölçülerimde 1 veya 2 iyi yönetmenin, 1-2 iyi filmin çıkması bana yeterli gelir. Ama genel olarak baktığımda tüm filmleri sinema ölçülerinde görmüyorum. Vizyona giren filmlerin afişlerine, televizyondaki reklamlarına baktığımda çok üzerime alınmıyorum. Hangi film vizyona girmiş, bu kimmiş duygusu uyanmıyor bende. Yeni bir buzdolabı, masa markası gibi geliyor bana. Bunu küçümsemek için söylemiyorum. Böyle bir bağım olmadığı için söylüyorum. Benim için film, kamerada çekildikten sonra sinemada gösterilmesinden ibaret değildir. Mesela iyi üretilmiş bir ayakkabı bu tür filmden daha yakın gelir. Çünkü adam o filmi bambaşka bir sebeple üretmiştir. Ben öyle filmi ne yapayım? Benimle bir bağı olmaz. O bakımdan henüz tam anlayamadım. Nereye gidiyor, ne oluyor anlayamadım. Ama geçmiş yıllarda çok parlak şeyler olmadı. Üretim patlaması sonradan elinde patlamaya döndü birkaç sefer. Çünkü bir anda çöküyor. Buna işsizliğin azalması veya sektörün güçlenmesi açısından bakalım diyoruz ancak birden filmler kesilince binlerce insan işsiz kalıyor. Sürekli sinema okulları, kurslar açılıyor. Bir sürü insan kendini sinemacılıkla ifade ediyor. Bu iş tutarlı bir şekilde devam etmezse bir süre sonra kötü sonuçlar çıkıyor.

–       Benim için samimi, dobra ve keyifli bir sohbet oldu. Çok teşekkürler…

–       Z.DEMİRKUBUZ: İlginiz için ben de size teşekkür ediyorum.

YORUM YAP