DİLBER SEHİR
Mavimsi bir havada kalkar, neredeyse gece sayılabilecek ışıksız yolu, tıpkı bir yılan gibi kıvrılıp duran o korkunç yolu giderim: Tam 35 km… Altındaki minibüsü kendi buluşuymuş gibi öylesine deli, öylesine heyecanlı süren şoförlerin dışında biz, en fazla, 3 – 4 kişi olurduk yolcu. Öyle ya, o küçük yol kasabasına ancak bu kadar kendime eziyet ederek katlanabilirdim. Gerçekten henüz o öğrenci ruhumla buna öylesine inanmıştım ki; o çetin yolu her gün niye gittiğimi, bir daha aklıma getirmedim bile. Ben de bir kasabada büyümüştüm ve neredeyse hayatı tersine yaşayarak gece sayılabilecek bir zamanda yola çıkar, yaşamın izini bir başka büyük kentte arardım. Böylece kendimi yol kasabasına hapsetmemiş olurdum.
Bir dağın ayırdığı o küçük yol kasabasıyla kentin iklimi bile farklıdır. Kasabanın her zamanki hırçın rüzgarı, burada yoktur mesela. Ama yine de hemen her gün serin bir esinti eşliğinde içimde ürpertilerle yine uzuun yürüme yolunu yürür, kentin bir numaralı okuluna girerim. Bu, ‘’bir numara’’ olmayı sonuna kadar hak eden bir okuldur. Bir devlet okuludur. Belli bir sistemle çalışan, 70 yıllık bir geçmişi vardır. Her sene mezunlar günü yapılır. (İlk mezunlardan bile gelen olur.) Her şey kontrol altında, yerli yerinde ve dikkat çekecek kadar da temizdir.
Okulda tam 75 öğretmen var. Şöyle edinilmiş bir öğretmen kültürünü bakınca hemencecik görürdünüz. O kendi krallığında yaşayan öğretmenleri izleyince ben, alışmış olduğum küçük öğrenci dünyasından sürüldüğümü de görürdüm / anlardım. Bu durum canımı sıkardı. – Hiç değilse öğrenciler vardı- Okulun müzesi bile var, kütüphanesini de ben tasniflemiş olacaktım sonra. Emeklilik yaşına çoktaan gelmiş öğretmenlerin arasında biz, iki stajyer öğretmen de varız. Başladığımız gün şaşırıyorlar: ‘’Buraya hiç yeni öğretmen gelmezdi’’ diyorlar. Doğrusu gidilmesi zor bir okuldu. Yukarıda saydığım temizlik, düzen vs. yönleriyle çok iyi yönetilen bir okul olduğundan; bizim – henüz başlayan iki öğretmenin- oraya gidebiliyor olmasına şaşırmışlardı. İyi ya, düzen tuhaf görünmez insana değil mi? Hem işleri de kolaylaştırır. Öyle de öğretmenlik hakkında hiç bir şey bilmediğimi düşünen ben, yetebilecek miydim acaba bu okula? Bu yönlü duygumu şimdi çok net hatırlıyorum. Okul müdürü, şu an hiçbiri aklımda kalmayan, neredeyse törensel sayılabilecek sözleri söyleyerek sınıfı gösterdi bana. Elimde o gün anlatacağım ders notlarım var; el yazımla, hazırlanmışım… Sınıfa girdim. Zeki zeki bir dolu kafa… Merakla bana baktıklarını sezinliyorum. Üzerimde upuzuun bir etek var. Kısa giyilmeyecek, topuk görünmeyecek… Göreve başladığımda ilk, kıyafet üzerinde duruluyor. Ayrı ve çok özel bir önem atfedilmiş bu konuya. Ben de tüm diğer öğretmenlerin giydiği şekilde giyinmişim. Kısa tuttuğum tanışmadan hemen sonra derse başlıyorum. Elimde olmayan bir titreme! Elim titriyor, e bacaklarım da… Sesimin titremesine, yüzüme ateş basmasına da engel olamıyorum. Öyle öyle anlatıyorum dersi. Öğrenciler bunu anlayacaklar diye de daha çok telaşlandığımı hatırlıyorum. Her teneffüste mutlaka takip edilen sınıf sobamız var. Harlandırma belli saatlerde yapılır, belli saatlerde uyutulurdu soba. Bu iş bile bir sisteme bağlanmış; asla ders bölünmez, aralarda yapılır. Nasıl olduysa uzun eteğimin ucu ayağımın altında kalıyor; böyle boylu boyunca uzanıyorum, sobanın yanına…
Kalktım ayağa… Sınıf şaşkın. Çok düzenli, disiplinli bir öğrenci grubu… -Bir daha hiç öyle bir öğrenci grubum olmayacak- Duygularını belli etmiyorlar. Toparlanmaya çalıştım. Nasıl toparlanmayayım? Hepsi bana bakıyor. İzin isteyip koridora çıktım. Biraz bekleyip, tekrar girdim. Hiçbir şey olmamış gibi, ben de onlar da devam ettik. Bu ağırbaşlı, ciddi halimiz yıl boyunca böyle sürdü.
Aradan yıllar geçti. Ben başka bir okulda, başka bir kentteyim. Kendince bir uğraş verip okul müdürü vasıtasıyla bana ulaşmaya çalışan bir öğrencimle telefonda konuşuyoruz. Önce hatırlamıyorum: ‘’Hocam, ben Ömer, 8-A sınıfından, ….. kentinden.’’ Hatırlamadım, yok hatırlamıyorum; hatırlamayınca da ben bir türlü ‘’bizim sınıfımızda düşmüştünüz’’ diyor. Ah! Oldu mu yani, oldu mu şimdi canım Ömer? Böyle aklında kalmasaydım iyiymiş ya! E, bu benim kötü anı ortaklığımı onlar biliyordu. Başkaca da kimseye söylememiştim. Hem yıllar önceydi / öncesiydi; unutmanın gölgesi de üstümde dolaşır dururdu. Ah Ömer ah!
Şimdi ben Ömer’e kalkıp yıllar sonra konuyla ilgili ne anlattığımı söylemeyeyim. Ben esasında Ömer’le diyaloğumuzun bana hatırlattığı o okulu, o devlet okulunu anlatmak isterim. Özellikle PISA ölçümleri sonrası bozulan morallerle tartışılan eğitim konusundan, tartışmalardan öğrendik ki, başarısızlığımızda belimizi büken bir dolu sebep var. Öğretmen olarak teknoloji okur-yazarı olmayışımızın sonuçlarını da öğrenmiş olduk. Hepsi tamam! Şimdi birlikte düşünelim: Evet, sözünü ettiğim bir devlet okuluydu. İyi yönetim ve mezunların da desteğiyle oldukça kaliteli bir eğitim sunardı. Elbette bir müze oluşturacak kadar vizyon sahibi olmalarını da unutmamak gerekir. Şimdilerde her fırsatta özel okullara yönelik teşvik politikaları uygulanırken, devlet okulları da bu kadar sorunlarıyla baş başa bırakılmışken; hani diyorum, başka türlü de olmaz mıydı acaba? Öğrenciyi ve de velisini müşteri gözüyle görmeyen devlet okulları da bu desteği hak etmez mi ki?