Uzun yıllar kurumsal şirketlerde görev yaptıktan sonra daha sakin bir hayata yelken açan Meltem Soğuk Stropoli, yıllar boyunca okudukları, izledikleri ve yaşadıkları üzerinden zihnine atılan düşünce tohumlarını akıcı bir üslupla kaleme aldığı ilk kitap Yeşil Mavi Hayat ile yayın dünyasına merhaba dedi.
MELTEM SOĞUK STROPOLİ Destek Yayınları tarafından yayımlanan Yeşil Mavi Hayat adlı kitabında milyonlarca insanın yüzyıllardır düşündüğü birçok soruya yanıt arıyor. Yazar bu büyük keşif yolculuğuna çıkarken insanlığın düşünce biçimlerinde önemli rol almış filozoflardan da yararlanıyor. İlk kitabında nitelikli bir içerik ve usta işi bir anlatımla okurun kalbine dokunan Stropoli, Yeşil Mavi Hayat’a ve kitabın düşündürdüklerine dair sorularımızı yanıtladı.
HAYATIN YOĞUN VE YIPRATICI TEMPOSU
Yeşil Mavi Hayat’ı yazma fikri nasıl doğdu ve gelişti? Bu kitabı kaleme alırken nasıl bir çalışma yöntemi izlediniz?
Aslında bir gün kitap yazma isteği içimde hep vardı. Hayatın akışı içinde ben ertelemiş olsam da, o ses usanmayıp belki biraz derinlere gömülerek de olsa, bana hep eşlik etti.
Hayatta bir sayfa tam kapanmadan diğeri tam açılmıyor. Her şeyin bir doğru zamanı olduğu düşüncesi de bununla paralel bana göre. Benim için doğru zaman, yıllarca kurumsal hayatın yoğun ve yıpratıcı temposunda yorulmuş olan zihnimin, şartları değiştirmemle birlikte yenilenip berraklaşmasıyla gerçekleşti.
Ancak benim kendimin de ilginç bulduğum, yıllarca roman yazmayı istemişken Yeşil Mavi Hayat gibi hayatı ve insan olmayı sorguladığım bir içeriğin ortaya çıkması oldu. Asıl güzel tarafı da bu galiba; Kitabımı planlamadan, uzun uzadıya hesap-kitap yapmadan, yaşanmışlıklarla birlikte doğru zamanda kendiliğinden geliverdi. İçerikle ilgili ilhamı hissettiğim andan itibaren de bu kitabı kendime 50 yaş hediyesi olarak düşündüm ve bu fikir beni çok motive etti. 2021 yılının Mart ayında başladığım kitabımı, 2022’nin son günü tamamladım. 2022 yılı sonu, 50 yaşı tamamladığım yıl olduğundan benim için önemliydi ve kendime böyle bir zaman hedefi koydum. Bu da benim disiplinli bir şekilde çalışmamı ve kitabı istediğim sürede bitirebilmemi sağladı. Yazarken herkesin en verimli olduğu bir saat ve de mekân vardır, benim için günün en ilham verici zamanı kimselerin henüz uyanmadığı, güneşin henüz doğmadığı sabahın ilk saatleridir. Bu saatlerde hep yazdım. Tatildeysek bile saati kurup otellerin beni yazmaya motive eden davetkar bir köşesini bulup orada yazmaya devam etmek, Yeşil Mavi Hayat’ın ortaya çıkmasını sağladı.
///
KİTABIN KÜNYESİ:
Sayfa Sayısı: 248
Baskı Yılı: 2023
Yayınevi: Destek Yayınları
SİSTEMLİ BİR ÇALIŞMA YAPTIM
Yıllar içinde okurken kenara aldığınız notlar üzerinden mi ilerlediniz yoksa kitabınızın içeriğine karar verdikten sonra sistematik bir okuma mı yaptınız? Geniş bir bilgi birikimi metin boyunca çok yerinde kullanıldığı için bu doğallığı nasıl yakaladığınızı öğrenmek istiyorum aslında.
Öncelikle içeriğin akışını doğal bulduğunuz için teşekkür ederim. Akışta çok fazla alıntı ve ilham aldığım düşünceye yer verdiğim için doğallıktan uzaklaşma riski vardı ve bunun da farkındaydım. Ancak konularla ilgili düşüncelerimi yansıtırken içimden gelen tam da buydu ve bir anlamda risk aldım.
Sorunuzun cevabına gelince, yıllardır okuduğum kitaplardan notlar almayı sevsem de aslında bu ilk kitabım için, yazmaya karar verdiğim andan itibaren oldukça sistemli bir çalışma yaptığımı söyleyebilirim. İçerikte yer vereceğim konuları belirledikten sonra hem yıllar içinde okuduğum hem de okumak istediğim kitapları belirledim. Önemsediğim ve kitabımda yer vermek istediğim konularda okuduğum her metin ve kitap bana bir şekilde ilham verdi. Bunların hepsi olumlu anlamda olmadı. Bazılarının tarzı o kadar yorucu, didaktik veya yüzeyseldi ki, bu, kendimi okuyucunun yerine koyduğumda ‘ben bir okuyucu olarak nasıl bir metin okumak isterim’ fikrinin kafamda netleşmesini sağladı. Bu bir buçuk yıl içinde yaptığım yoğun okumaların sadece yazıya dökmek istediklerimin şekillenmesinde değil, araştırma yapmanın bana ne kadar büyük keyif verdiğini keşfetmemde de etkisi oldu aslında. Bilgisayarım, kitapta yer verdiğim veya vermediğim konularda akademik yazı ve kaynakla dolu. Edebiyatın dışında psikoloji, felsefe ve sosyoloji ilgimi çeken dallar olduğu için 50 yaş düşüncelerimi kitaba aktarırken, aynı zamanda kendi eğitim ve gelişimimi de devam ettirebiliyor olmak beni çok mutlu etti.
KENDİMİZİ TANIMA VE KEŞFETME
Metinde sık sık insanın kendini bilmesinin, kendini tanımasının önemine vurgu yapıyorsunuz. Sizce insanın kendini tanıması tamamlanabilen bir süreç mi?
İnsanın kendini bilme arayışı, bitmek bilmeyen, sürekli yeniden değerlendirmeye açık, hayat boyu süren ve yaşayan bir süreç. Aslında bu konuda bana en yakın gelen varoluşçuluk felsefesinin görüşü: kendilik denen şey sabit bir durum değil, akışkan ve değişken bir olma hali. Sürekli bir ‘oluş’ ve ‘keşfediş’ halindeyiz. Yaşarken kendimizi sürekli olarak şekillendiriyoruz, her yaşadığımız tecrübe hayatı keşfettiğimizi düşünürken aslında kendimizi de keşfetmemize yardımcı oluyor. Bu nedenle hayatın hiçbir döneminde sabit bir kendilik veya tamamlanmış bir kişilikten bahsetmek doğru olmaz. Tam tersine, gelişip değişebilen, yaşam boyu bir çabayla kurulması gereken bir benlik algısı bana daha doğru geliyor. Yaşamdaki nihai son olan ölüme bile bakış açımız ve ona verdiğimiz anlam yaşadıkça değişebildiğine göre, kendimizi keşfetmenin de son nefesimize kadar devam ettiğine inanıyorum.
‘Arayış eylemi’ olarak ifade ettiğiniz kavramı önemli buluyorum. Kendimizi tanıma ve keşfetme yolculuğunda düşünmek, sorgulamak, farkındalık kazanmak ve ardından eyleme geçmek önemli. Eyleme geçmeden, belki kafamızdaki tabuları yıkmadan, çok kullanılan ve belki biraz eskitilmiş tabirle ‘konfor alanımızdan çıkmadan’ kendimizi keşfetmemiz mümkün olmayacaktır.
SESSİZLİĞİN GÜCÜNÜ KEŞFETMEK
Metinde insanın kendine yetebilmesinin öneminden ve yollarından bahsediyorsunuz. Bu daimi uyarılma çağında insanın kendi kendine yetebilmesi mümkün mü? Metropolde yaşayan bir insan o sükûnete nasıl erişebilir?
Daimi uyarılma ifadesi ne kadar da doğru. Hızlı, modern hayatlarımızda, özellikle de metropollerde sürekli bir uyarana maruz kalıyoruz. Sessizlik korkutucu, gürültü ise kaçış olabiliyor. Böyle olunca kendimizle baş başa kalmak ürkütücü de gelebiliyor. Gerçekte sessizliğin gücünü keşfetmek insana kendini iyi hissettiren. Gürültünün yanıltıcı ve oyalayıcı avunmasından, sessizliğin ve sükûnetin gerçek korumasına geçebilmeyi başarmak gerekiyor. Metropol yaşamında genellikle hızın kurbanı olmuş ve sıkışıp kalmış durumdayız. Milan Kundera Yavaşlık romanında teknoloji devriminin insana armağan ettiği bir esrime biçimi olarak tanımlar hızı. Durmanın tembellik olarak algılandığı günümüzde, hep daha hızlı olmaya, hep daha fazla şey yapmaya çalışıyor ve sürekli olarak hiçbir şeye yetişememe telaşı içinde yaşıyoruz. ‘Yapmak’ eylemine kendimizi o kadar veriyoruz ki ‘olmak’ kavramını unutuyor veya yeterince kafa yormuyoruz. ‘Olma’yı unuturken, aslında kendimizi unutmuş oluyoruz!
İÇİMİZDEN GELEN SESİ AÇMAK
İnsanın kendi kendine yetebilmesi elbette mümkün ve de harika bir duygu. Bu, hayatta neye odaklandığımızla ilgili aslında. Dışarıya mı, içe mi? Düşünür Henri Bergson’a göre benliğimiz, toplum tarafından etki altına alınır. Başka bir deyişle, içsel olan kendiliğimiz dışsal olan tarafından şekillendirilir. Gerçekten de çoğunlukla, toplum tarafından onaylanmak veya normlara uymak adına kendi benliğimizden ödün verebiliyor ve kendimizden uzaklaşabiliyoruz. Hatta asosyal damgasını yememek için pek çok zaman çoğumuz bize iyi gelmeyen insanlarla görüşüyor, iletişime giriyoruz. Kalabalıkların bize kendimizden daha iyi geldiği yanılgısına düşebiliyoruz kimi zaman.
Kendine yetmekle ilgili diğer önemli konu ise ‘farkındalık’. İçimizden gelen sesi açmak, duymazlıktan gelmemek, kendimizle baş başa kalabilmek, düşüncelere dalmaktan çekinmemek, nelerin bizi mutlu ettiğine, nelerin etmediğine gözlemci bir şekilde bakabilmek, hayatı alışageldiğimiz otomatik pilot modundan çıkarak gerçekten hissederek yaşamak… Bunların çoğu aslında bizi sükûnete götürecek adımlar.
DOĞAYLA SAVAŞ HALİNDEYİZ
Kitabınızın doğaya ayrılan ikinci bölümünde insan ve doğa arasında sağlanması gereken uzlaşmadan bahsediyorsunuz. Bu artık yalnızca bireyin doğayla ilişkisini aşan, toplumsal ve hatta küresel bir hal almış, devletlerin çeşitli yasalarla aksiyon almaya başladığı bir durum. Sizce biz Türkiye olarak bunun neresindeyiz ve bireysel olarak neler yapabiliriz?
Çok önemsediğim bir kavram var: doğa bize değil, biz doğaya bağımlıyız. Ondan kopuşumuzu fark edebildikçe, belki de doğaya daha fazla ihtiyaç duyar olduk. Kendimizi bulmaktan, anlam arayışımıza doğanın tüm hayatımızda, evrenle ve kendimizle uyumlu hayatlar yaşamada rolü yadsınamaz. Durum böyleyken, sizin de bahsettiğiniz gibi doğayla uzlaşma konusu, içinde bulunduğumuz çağda karşı karşıya kaldığımız ekolojik felaket nedeniyle toplumsal ve küresel boyutta aksiyona geçilmesi gereken bir hal almış durumda. Ekolojik felaket artık bir endişe veya varsayımın çok ötesinde, çağımızın bir gerçeği. Onu yok saymak veya bireysel olarak ne yapabiliriz diye düşünmemek ise çok büyük duyarsızlık. 2023’te hayata veda eden Kanadalı Astrofizikci Hubert Reeves’in dediği gibi ‘doğayla savaş halindeyiz ve kazanırsak kaybedeceğiz.’ Kazanmayı istemeyeceğimiz bir savaşın içindeyiz adeta.
Bu konuda maalesef ülkemiz olması gereken yerin çok altında. En son Dubai’de gerçekleşen COP28’de ülkeler bazında alınan kararlar bunun en güncel kanıtı. Yüksek sayıda temsilciyle katıldığımız konferanstan, kömür kullanımından vazgeçme, fosil yakıtların azaltılmasına yönelik destek, yenilenebilir enerji kapasitesinin artırılması gibi en temel konularda bile ülkemiz hiçbir taahhütte bulunmadan döndü. Ulusal sera gazı emisyon hedeflerini 2030 yılına kadar %30’dan daha fazla artırma planını revize etmedi. Buna rağmen iklim krizinden en çok etkilenen yoksul ülkeler için maddi destek sağlayan Kayıp ve Zarar Fonu’ndan yararlanmayı talep ettik. Bu gelişmeler istediğimiz gibi yüreklendirici olmasa da birey olarak hâlâ hepimize düşen görevler var. ‘Farkındalık’ bilinciyle hareket ederek bireysel olarak yapabileceğimiz hiçbir katkıyı küçümsemeden elimizden geldiğince katkıda bulunma yolunu seçmek hepimizin elinde. Ben bu konuda uzman değilim elbette, spesifik önerileri konunun uzmanlarına bırakmak daha doğru olur. Ancak kitabımda da belirttiğim gibi benim dikkat çekmeye çalıştığım asıl konu hiçbir bireysel katkıyı küçümsememek, ülkeler ve büyük şirketler dururken benim bireysel ne kadar katkım olur dememek.
KONUŞMAK ÇOK ERKEN
Ufukta yeni bir çalışmanız var mı? Varsa konusuna dair bir ipucu verebilir misiniz?
Evet, ikinci bir kitapla devam etmeyi istiyorum. Bu konuda konuşmak için henüz oldukça erken, ancak bu kez bir roman yazma isteğindeyim. Çok sevdiğim felsefe ve psikolojinin kendini hissettirdiği, karakterlerin düşündürdüğü bir roman hayalim var.
Hem keyifle ve ilgiyle okunan özenli kitabınız hem de sorularımıza verdiğiniz doyurucu yanıtlarınız için teşekkür ederiz.